… Ben, bu konakta doğmuşum. Asıl annemi hiç hatırlamıyorum. Çok küçükken kaybetmişiz. Babam yeniden evlenmiş. Anne diye bu hanımı tanıdım. İlk eşinden iki ağabeyim vardı. Ben üveylik, özlük kavramını bilmeden büyüdüm. Herkes üstüme titredi. Evin, çevrenin, akrabaların, adanın prensesi idim.

Daha okul sıralarında iken Rum madamdan piyano dersleri almaya başladım. Kolej ve konservatuarı aynı yıl bitirdim. Hocalarım, yurt dışında müzik eğitimine devam etmemi istedi.

Büyük ağabeyim, her şeyi ayarladı. İngiltere’de Royal Akademi’nin kompozisyon bölümüne kaydoldum. Çok başarılı sınavlar vererek mezun oldum. Akademi, hoca olarak kalmamı istedi, kabul ettim. Annem, babam ölmüşlerdi. Ağabeylerim de yurtdışındaydı. Her bahar adaya geliyor, bir ay kalıp dönüyordum.

Bir gün British Museum’un ses arşivinde idim. Taş plak dinleyen bir kızcağız gördüm. Kulaklıktan sızan ses, bana kadar geliyordu. Müzik, madamın dudaklarını büzerek "Alaturka" dediği teksesli müzikti. Konservatuarda hocalarımız dinlememize, ilgi duymamıza izin vermezlerdi. Batı kültürünün üstün sayıldığı evimizde de, rağbet görmezdi. Bu müzede karşılaşmak, bana tarif edemeyeceğim bir heyecan verdi. Çok meraklanmıştım.

Öğle tatili yakındı. Biraz bekledim. Zillerin çalmasıyla, kızcağız kulaklıklarını çıkardı. Önündeki kâğıtları topladı. Yanına gittim. Kafeteryada kendisi ile görüşmek istediğimi söyledim. Çok olumlu karşıladı. Karşılıklı oturduk.

- Siz yukarıda ne dinliyorsunuz?