Çölde tek başına yükselen bir palmiye ağacı.. Bunaltıcı sıcak karşısında bile başı dik.. Tek derdi yalnızlık sanki. Yalnızlık. Halbuki yanında bir ağaç daha olsa.. Hatta bir tane daha olsa. Ama.. Ağaç bunlar.. Kalkıp yanına gelecek değil ya diğer ağaç kardeşi.. Sarılacak, yapraktan saçlarını okşayacak, güneşten çatlamış tenini öpecek değil ya.

Farkımız bu mu ki ağaçlardan bizim.. Bu bizim yalnızlığımızı gidermekte mi acaba? Yoksa çoğu zaman yalnızken yaşadığımız birlikteliği, birlikteyken mi kaybettik acaba?

Mihail Yuryeviç Lermontov’un “Üç Palmiye” şiiri uyar mı acaba buraya?

Arap ülkesinin ıssız bir çölünde
Gururla yükselmedeydi üç palmiye
Aralarındaki kıraç topraktan şırıldayarak
Fışkırıyordu serin sularıyla bir kaynak
Yeşil yapraklardan bir örtü korumaktaydı kaynağı
Güneşin yakıcı ışınlarına ve tozuyan kumlara karşı

Uzun yıllar geçip gitti böylece
Uğramadan oralara hiç kimse
Hararetten kavrulmuş bağrıyla bir gezgin
Tatmadı serin sudan, dinlenmedi altında bu yeşilliğin
Gün geldi, kurumaya başladı altında kızgın ışınların
Görkemli yapraklar ve serin suları kaynağın

O zaman üç palmiye yakarıp Tanrı’ya
Dediler: “Burada kavrulup gitmek için mi doğduk yoksa?
Boşuna mı boy atıp yetiştik bu çölde, çiçek açtık
Kızgın güneşte kavrulduk, kum fırtınalarıyla sarsıldık
Okşamadan bir yolcunun mutlu bakışlarını?
Hayır adalet değil Tanrım bu kutsal yargı!”

...